1 Aralık 2013 Pazar

Batılı liberal demokrasiler demokratik midir?

Büyük fikir sistemleri çoğu zaman kendi içlerinde irili ufaklı çelişkiler barındırır. Demokrasinin günümüzde ortaya çıkmaya başlayan bir çelişkisinden bahsedeceğim bu yazıda. Yazıyın başlığına bakıp laf cambazlığımı yaptığımı düşünerek önyargılı olmamanızı rica ediyorum. Nitekim size tamamen rasyonel argümanlar sunacağım.

Demokrasi insanın kendi kendisini yönetmesinin doğru/makbul olduğu önkabulü üzerine kurulu. Yönetim dediğimizde ise, geniş anlamda ele alındığında bu ameliyenin içinde aynı zamanda hukuk kurallarının da bulunduğunu biliriz. Neyin yasak neyin serbest olduğu bu noktada yönetim şekliyle, yani siyasi rejimle doğrudan ilintilidir. Dolayısıyla demokraside öyle farzedilir ki, kanunları halkın temsilcileri, yani dolaylı olarak halk yapar. Halk, liberal demokrasinin gereği olarak temel hak ve özgürlükler çerçevesinde istediğini yasaklar, istediğini serbest bırakır. Böylece özgürce yaşar. İşte; zorbalıktan iuzak durmanın en emin yolu.

Günümüzde Batı demokrasilerinde aynı zamanda erkler ayrımı da temin edilmiştir ki politik güç tek elde toplanıp halkı mahkum etmesin. Hakikaten fevkalade çözüm, Montesquieu'nun ruhuna rahmet. Bu zamana kadar da demokrasi, diğer rejimlerden daha yaşanabilir olduğunu fiilen kanıtladı denebilir.

Demokrasi üzerine ne kadar fazla kalem oynatılmış olursa olsun, teferruata kadar herşey üzerine söz söyleyen teorisyenlerin, ancak kuşbakışı bir bakışla göze batacak bir tasarım hatasını gözden kaçırdıklarını düşünüyorum. Bilmiyorum, belki de bu hatayı gördüler de çözüm bulamayıp işi oluruna bıraktılar. Şimdi bu tasarım hatasını açıklamaya cüret edeceğim.

Modern liberal demokrasiyi tasarlayanlar, güçlerin tek noktada temerküzüne mani olmak için politik gücü temelde üç kısma ayırdılar ve bunların arasını belli ölçüde açtılar. Fakat insanların fıtratı birbirine benzer. Milletvekili ve yargıç nihayetinde birer "insan"dırlar. Dolayısıyla aslında farklı ellere dağıtıldığı düşünülen güç, yanlış ve tehlikeli bir yolla, tek bir elde, "insan"ın elinde toplanmıştır. Her üç kuvvet de insanda mütemerkizdir. Mutlak güç yozlaşacağından, bu güce sahip olan insanda, ki bu insan demokrasi rejiminin vatandaşıdır, dolayısıyla toplumda, yozlaşma başgösterir. Nihayetinde insanlar, insanların koyduğu kurallara uyacak; uymayanları yine insanlar yargılayacak ve insanlar kendi kendilerini yönetecek. Bu ameliyelerin hepsi insani kıstaslara göre yapılacak. Ancak az evvel denildiği gibi mutlak güç mutlaka yozlaşır. Günümüzde özellikler İskandinav ülkeleri bu çelişkiyle yüzyüze geliyorlar. Hollanda ve Danimarkada uyuşturucu kullanımının serbest olduğu "kanunsuz" mahalleler var. Eşcinsellik gittikçe daha fazla ülkede yasallaşıyor (Eşcinselliği normal görenlere diyeceğim yok). Bunların sonucunda toplumlar çürümeye başlıyor. Şimdilerde Batıda nerede yanlış yapıyoruz sorusunu soran sayısı artmakta.

Sonuç olarak, bu açıkladığım argümanın, Batıdaki hali hazırda bildiğimiz haliyle liberal demokrasinin özünde demokratik olmadığını rasyonel olarak gösterdiğini düşünüyorum. Fikrettim, buna kanaat getirdim. Bunun basit bir laf cambazlığı olmadığını tekrar hatırlatıyorum. Liberal demokrasiyi kötü buluyor değilim değilim. Aksine demokrasi gerçek anlamda demokrasi olsun istiyorum. Demokrasi adı altında insanı kendi kendininin tiranı yapan rejime karşıyım. Yürütme erkini insandan başkası kullanabilecek değil, kabul. Yargı da hakeza öyle. Ancak insanı mutlak kadir pozisyonundan çıkarmak için mesela yasama erki insandan alınıp başka bir varlığa verilebilir. Bu durumda güçler ayrılığı, insanın elinden geldiğince sağlanmış olur. Demokrasi, gerçek anlamda demokratikleştirilmiş olur. Yoksa günün birinde bir liberal demokraside temel insan haklarına dokunmadan öyle şeyler yasallaşabilir ki, bunun karşısında hayret etmekten başka hakkımız olmayabilir. İnsana güven olmaz diyor değilim. Liberal geleneğin insana güven ilkesini hep beğenmişimdir. Yakın geçmişte teokrasi rejimini "temelsizce" savunanlardan haberdarım. Gücün yozlaşmasından bahsediyorum. Yozlaşmayı önlemek için güç gerçek anlamda dağıtılmalı. Yoksa demokratik toplum farkına varmaksızın kendi kendini mahvedebilir.


29 Kasım 2013 Cuma

Dünyada zekilerin sayısı neden artmaz?



İki gün evvel oldukça zeki bir arkadaşımla konuşurken şu fikir aklıma geldi: Zeki insanların kariyer yaptığı ve yüksek makamlara ulaştığı, zeki olmayanlardan (kibarca söyledim) daha sık görülür. Bir toplumda üst tabakayı genelde daha zekiler işgal eder. Bu durum özellikle şimdinin Batı Avrupa ve ABD’sinde böyle. Az gelişmiş ülkelerde ahmak başbakanlar, bakanlar bulunabilse de en azından ekonomik yönden gelişmiş ülkelerde zekiler toplumun üst seviyelerindedir denilebilir. Bu bir.
 
Hepimizin bildiği gibi, bir kimsenin sosyal ve ekonomik pozisyonu yükseldikçe, en azından bu çağda çocuk sahibi olma oranı azalıyor. Kariyer sahibi insanların genelde az çocuğu olur. Halk ise bol keseden çocuk yapar. Bu iki.

Üçüncüsü, yine bildiğiniz gibi, zeka kalıtımsaldır. Zekinin çocuğunun zeki olur, ataları (eşini söylemeye gerek bile yok) da zekise.

Bu üç veriyi birleştirince elimize, dünyada daha az, zeki bebeğin doğduğu, az zeki bebeklerin ise daha çok doğduğu sonucu çıkmaz mı?

Benimkisi sadece akıl yürütme. Ama konu araştırmaya değer değil mi?

Son söz: Ey zekiler, tohumlarınızı her tarafa saçın!

8 Kasım 2013 Cuma

Halk kütüphanesinde bir kaç hadise

Ankarada sık sık takıldığım bir halk kütüphanesi var, ismi lazım değil. İç dizaynı muhteşem. Tasarımını kim yaptıysa, belli ki Avrupa havası solumuş. Daha Türkiyede bu kütüphane kadar, okuyucu için elverişli tasarlanmışını görmedim. İçinde birbirleriyle gevezelik etmekten yorulmayan, hayattan bıkmış bir sürü memur var. Türk bürokrasisi zihniyetinin bütün dışavurumlarını bu memurların hareketlerinde bulmak mümkün. Dahası, bizim memleket halkının devlet aygıtı karşısındaki duruşu da ayan beyan görünür.

Bunları, mezkur kütüphanede yaşadığım birkaç hadise üzerine söylüyorum. Saçmalığın dibine vuran haller gördüm bu mekanda. Kısa kısa anlatayım:

Bir keresinde kütüphanenin orta bölümündeki binanın kendisi kadar harika olan bahçeye çıkan bir kapı keşfettim. Bu bahçe büyük okuma salonunun birçok penceresinden görünüyor ama nedense hemen hiç kimse buraya ayak basmaya çalışmıyor. Bahçenin ve kütüphanenin planından, okumaktan sıkılanların burada hava almasının amaçlanmış olduğu anlaşılmaktaydı. Bahsettiğim çıkış kapısını hasbelkader bulunca, hemen bahçeye çıkmak istedim. Yan taraftaki görevli memur kart kart, bahçeye çıkış yasak demesin mi. Tamam dedim döndüm. Gittim müdüre, neden bu bahçenin yasak olduğunu sordum. Bana bahane kabilinden birçok lagaluga etti. Kısaca, öğrenciler kirletiyorlar, o yüzden yasakladık demek istedi. Saçmalığı anlamıştım. Hemen gidip aynı kapıdan, görevlinin ne dediğine aldırmaksızın, hızla çıktım ve kapıyı üstüme kapattım. Artık bahçedeydim, gittim bir bankın üstüne oturdum. Arkamdan kapıyı açan memur, beyefendi bahçe yasak dedi. Yüzüme ona çevirmeden tamam dedim ama yerimden hiç kımıldamadım. Memur bunun üstüne başka birşey demedi, ben ise bir kitap açıp okumaya başladım. İçerideki okuyucular beni görmüş olacak; arkamdan 2 kişi daha geldi. Muhtemel, görevli gitmişti ve bu iki kişi uyarılmadan kapıdan geçebildi. 10 dakika kadar sonra ise 3 (tahminen) üniversite öğrencisi kapıyı açtılar, tam bahçeye çıkmak üzereler iken, memurun sesi duyuldu: Bahçeye çıkış yasak. Bunu duyan öğrenciler bir memura baktılar, bir bize, yani bahçede oturanlara. Hiçbirşey demeden, şaşkınca kapıyı açık bırakarak uzaklaştılar. Biz bahçede oturup dururken, bu öğrencilerin, memura dönüp, o zaman bunlar ne iş, demelerini beklerdim ama olmadı. Ortadaki saçmalık ve çelişkiyi sorgulamadan memurun emrine uydular. Onların ayrılmalarının ardından memur, bahçeden bizim de çıkmamız için bize dönüp, bahçe yasak dedi. Benden sonra gelen iki kişi neden diyecek oldu. Memur, bize böyle söylendi bilmiyorum dedi. İkili boyunlarını büküp uzaklaştı. Ben ise oralı olmadım, okumaya devam ettim. Memur beni kabullendi. Günün geri kalan vaktini, yaklaşık 2 saat, hava kararıncaya değin orada okuyarak geçirdim. Memur bir daha beni rahatsız etmedi. Daha da kimseyi bahçeye almadı.

Akşam eve giderken metroda, memur yanıma gelse ve hadi çıkın dese, ne yapardım diye düşündüm. Zannediyorum en uygunu saçma sözler söylemek, deli gibi davranmak. Müdür beyin kendine iş çıkartmamak için vazetmiş olduğu bu kurala en iyi tepki sanırım absürdizm olur. Memur yanıma kadar gelip kapıyı işaret etseydi, ben domatesin kırmızısını severim, röngen ne zaman gelir vs gibi alakasız cümleler sarfederdim. 

Bürokrasinin yasakçılığı kökten çözüm olarak gören zihniyeti ve bunun karşısında, halkın tavrının temel olarak bu olduğunu düşünüyorum. Bunu başka durumlarda da gördüğüm için. Bürokrasi, genel anlamda devlet bir şeyi emreder. Bunun mantıksız-gerekçesiz olup olmadığına bakılmaksızın sorgulamadan halkımız itaat eder, hakkını aramaz. Maalsesef.

22 Ağustos 2013 Perşembe

Bizden neden büyük adamlar çıkmıyor?



Gecenlerde bir universitenin mezuniyet torenindeydim. Toren sonrasinda her bir kosede oylece kumelenmis ogrenci topluluklarina mensup ogrencilere gozum ilisti. Aralarinda usulca gezerken entellektuel meselelerle alakali o anda mezun olmakta olan bir topluluk baskaninin heyecanli gozlerle kendisini izleyen ogrencilere verdigi tavsiyeler kulagima ilisti. Diger bir cok seyin yaninda, "Dunyayi kurtarmiyoruz arkadaslar, abartmayalim." demesi en cok ilgimi ceken sey oldu.
Turk toplumunda ve diger dogu toplumlarinda bu yaygin bir hastalik. Neden mi bahsediyorum? Cesaretsizlik, kendini gucsuz gorme, asagilik kompleksi, idealsizlik... Daha pek cok isim koyabilirsiniz. Bu surecin nasil isledigi uzerine biraz kafa yordum hemen sonra.
Bu topraklarda insanlara daha genc yasta buyuk isler yapamayacaklari soyleniyor once. "Biz dunyayi kurtarmiyoruz arkadaslar." Oyle ya, biz birer doguluyuz, neuzubillah, ne haddimize. Onu sevketli bati yapabilir ancak. Bu ogrenci bu cumleyi kullanirken bilincaltinin derinliklerinden gelen, biz buyuk isler yapamayiz, dusuncesini dile getiriyordu aslinda. Dunyayi kurtarmak, mecazi bir tabirden ibaret burada.
Arkasindan bu cocuklar onlerinde kendilerine ornek olabilecek pek buyuk modeller de gormeyince bunu kaniksamaya basliyorlar. Bir ingiliz, 10 poundun arka yuzundeki Darwin'e bakip buyuk bir biyolog olmayi dusleyebilir. Ya da ayni ingiliz, bu sefer 20 poundun arka yuzundeki Adam Smith'e bakip kapitalizmin artik miadini doldurdugunu ve simdilerde kurulacak olmasi muhtemel yeni dunya duzenindeki yeni iktisad teorisini atanin kendisi olabilecegini dusunur ve bu yolda calisabilir. Hakeza Fransiz, Alman, Rus. Ancak bizim cocuklar icin bu yol daha once ya hic acilmamis ya da bazi yollari acan "eski ve karanlik" donemin insanlariyla baglar zaten devlet eliyle koparilmis. Karsilarindaki nadir birkac buyuk adam da genelde arafta. Saglam bir temele mebni olmayan fikrin gelecege ciddi anlamda uzanabilmesi ve onu sekillendirebilmesi guc.
Boylece hedefsiz veya kendi capinda kucuk hedeflerle buyuyen cocuklar arasindan, mesela, ben Ortadoguyu herseyiyle oylesine ogrenecegim ki Fas'tan Cin'e kadar rehbersiz rahatca dolabilecegim, diyenler cikmiyor. Bunu 19 yy. da, yanilmiyorsam, bir fransiz oryantalist adayi soylemisti. Dedigini de yapmis seneler sonra. Yine kendilerine asilanan asagilik kompleksiyle zihinleri igdis edilmis bu cocuklar arasindan, ben oyle muhkem bir teori ortaya atacagim ve o oylesine yayilacak ki, curutmek icin bir duzine adam devletten maas alacak da o etkisini hala koruyabilecek, diyenler de cikmiyor maalesef. Zannediyorum bir universite ogrencisi cikip Turkiye'de boyle birsey soylese, kendisine hayalperest, polyanaci, ustelik de kibirli bir iflah olmaz oldugu soylenerek hemen oracikta haddi bildirilir. Oyle ya, Huntington, Fukuyama gibiler boyle hesapli teorileri atarken ve bu teoriler buyuk capli stratejik projelere mesruiyet zemini saglarken bizim ne haddimize. Inisiyatif onlarin; onlar once hareket etsin, ardindan biz tepki verelim. Sahin Alpay ve daha bircogu obur yandan kalem curutedursun Huntington sacmaliyor diye. (S. Alpay'in Huntington sacmaliyor, isimli bir makalesi var.)
Tabi butun bunlarin yaninda Turkiye ve dogu toplumlarinda fikre, bilgi ve bilime verilen onem de hatirlaninca bu topraklar tadindan yenmez hale geliyor!..
Bunun yaninda unutmadan soyleyeyim. Kahvelerde aksamlara kadar tuneyip Amerika'nin Iran'a ne zaman saldiracagindan ya da her tarafimizin Yahudiler tarafindan sarilmis oldugundan dem vuranlari ben de tasvip etmiyorum. Bu amcalarin Posta gazetesini okuyup tez elden dehsetengiz senaryolar kurmasini siddetle kiniyor ve onlari kendi islerinin basina davet ediyorum. Ancak, idealleri, kendilerine izin verilen seviyeyi asmis olanlara laf edenleri, dusunmeye cagiriyorum. Bu gafillerin Hollywood'ta Rambo tarzi filmlerde Amerikalilar tarafindan kurtarilan kac adet dunya senaryosunu zevkle izledigini kestirebilmek guc. Bunlarin, hele hele Washington, NY, Pentagon gibi merkezlerde cizilen haritalardan ve yapilan pazarliklardan haberlerinin oldugunu hic sanmiyorum. Yalanlar ustune gibi bir filmdeki senaryo bu insanlar icin olanaklidir ancak onlar, Dunyayi kurtaran adam filmini izlememis olsalar bile, sirf bir Turk filmi diye ismine gulerler. Senaryosunun sacmaligina ben de guluyorum, bu ayri mesele.
Idealist insanlarin hep toplumu dogru yola surukleyecegi garanti edilemez. Hitler Paris'e girerken hayalindeki Avrupa Alman imparatorlugunu kurabilecegine inaniyordu. Enver Pasa, 90 bin askerin donmasina sebep olurken aslinda Turan pesinde kosuyordu. Ancak bilgi ve etik ilkelerin eslik ettigi, stratejik bir muhakeme yetenegi ile destekli bir idealizmin toplumu dogru yone suruklemesi kuvvetle muhtemeldir. Yoksa, 250 senedir oldugu gibi, dogu toplumlari, kendilerinden olmayan insanlar tarafindan cikar iliskileri golgesinde daha pekcok yone suruklenip duracak...



17 Haziran 2013 Pazartesi

Hayattan kareler (3)

2012 nin yazinda Mardin, Midyat'li arap bir arkadasimin daveti uzerine evine ziyarete gitmistim. Amacim biraz da, daha once gormedigim Mardin ve Midyat'in tarihi guzelliklerini gormekti.

Köyün eski ismi Kartmin. Eski çağlarda o bölgede hüküm sürmüş küçük bir medeniyetin kralının adından geliyormuş. Yeni ismi ise Yayvantepe. Cumhuriyetin ilk yıllarında rical-i devlet böyle münasip görmüş, ancak bu ismi kullanan yok. Tamamen seyit arapların yaşadığı 3000 yıllık bir köy.

İlginc olan ise, koye gittigimizde, arkadasimin babasinin bana soyledikleriydi. Guler yuzlu yasli amca bana, 60 yillik ömründe, terör korkusu nedeniyle, benden once köylerine yalniz gelen hic kimsenin olmadigini soylemis ve beni tebrik etmisti.

13 Haziran 2013 Perşembe

Hayretsizlik sendomu




Bir bebek dogdugunda son derece gelismis bir koku alici, tat alma, gorme ve isitme duyusu ve dokunma hissine sahiptir. Yani 5 duyu organi da gelismis halde dunyaya gozlerini acar.

Ancak bunun tam aksine, beyni bir sempazenin beyninden daha az gelismistir. Cevreden aldigi verilerin hepsi hafizanin bir kosesine kaydedilse de sadece cok az bir kismi bu gelismemis beyin tarafindan anlamlandirilabilir.

Durum boyle oldugu halde dis dunyadan her turlu bilgi alinir. Bir bebek yillarca "ne oldugunu" bilmedigi insanlara bakar. Yillarca hafizasina agaclarin, hayvanlarin resimleri kaydedilir. Canli-cansiz ayrimi yapabilecegi 3-5 yasina gelinceye degin, bir tutam otu veya bir kediyi topraktan ayirdedemez bile; ayni cinsten olduklarini sanir. Ayni sekilde belli bir doneme kadar kendisinin yasiyor oldugunun bile farkinda degildir. Hatta kendisinin annesinden farkli bir "sey" oldugunu anlamasi icin bile, bebegin zamana ihtiyaci vardir.

Simdi boyle bir canli, yani yillarca butun duyu organlarindan veriler alan, almakla kalmayip bunlari depolayan ancak bu bilgileri isleyebilecek zekaya ulasmak icin epey zamana ihtiyac duyan bebek, beyni aldigi bilgileri isleyebilecek zeka duzeyine ulastiginda, tabiata ve icindeki butun canlilara karsi, artik bir hayret bagisikligi kazanmistir. Bu hal, butun bebeklerde vaki olan dogal bir gelisim cizgisidir. Bu hayret bagisikligi, gelismemis ulkelerdeki ezberci egitim sistemleriyle iyice pekisir. Zira boyle sistemlerde bireylere sorgulattirilmamis hazir bilgi kapsulleri verilir. Ancak bu dogal gelisim cizgisine yapilan sozkonusu egitim sistemlerinin mudahalesi bu sendromu sadece arttirir, yoktan var etmez.

Bu hayret bagisikligini kazanmis olan bebeklikten henuz cikmis cocuk, artik ismini bildigi seylerin ne oldugunu bile sormaz. Henuz yeni konusmaya baslamis bir bebekken sordugu, bu ne baba, gibi sorulari, isimlerini ogrendikten sonra sormaz. Yani ismini ogrenince o seyin ne oldugunu ogrendim zanneder, vorolusunu sorgulamaz; agacin mukemmelligine, dallarin, yapraklarin ahengine ve sanatina hayret etmez. Cunku dogdugu gunden beri ayni goruntuleri zaten hafizasina kaydetmekte; buyudugunde agac gordugu zaman, beyin, aman yine mi agac, der ve agaci farketmeyebilir bile.

Meseleyi biraz daha vuzuha kavusturmak icin soyle bir sahne dusunelim: 20 yasinda bir genc, ya da 30 yasinda bir adam, etrafta hicbir canli bulunmadigi bir colun ortasinda birden zuhur etsin. Burada bu hal uzere bir miktar yasadiktan sonra, bir sabah uyandiginda basucunda bir hamam bocegi, bir fare, bir keci, bir fasulye bitkisi, bir de portakal agaci bulmus olsun. Bu kisi uyaninca, butun bunlara karsi buyuk bir hayret duyacak ve bu hayret belki yillarca devam edecektir. Cunku aslinda bunlar cok "acayip" seylerdir. Acayip seylere karsi da hayret duyulur. Bu ornekteki adamin, yaninda sadece bir hamambocegi bulmasi durumunda bile, nasil olup da bu mahlukun "var olabilecegini" dusunmesi ve ona hayret etmesi muhtemelen aylarini alacaktir. Bu hayret ise ona, zamanla hayatin pek cok sirlarini ogretecek ve onu, varolusun en derin hakikatlerine bile vakif hale getirecektir.

Hayretsizlik sendromu dedigim bu halin, fizik, kimya, biyoloji gibi doga bilimlerini bilme ile alakasi pek az. Burada sozkonusu olan bilgi degil, duygu; sasirma/hayret duygusu.

Bu sendromu, 10-15 yaslarindaki bir cocugun ve daha sonrasinda bir yetiskinin tamamen yok edebilmesi cok guc. Zaten tamamen yok etse, korku ve hayretten muhtemelen yasayamaz hale gelir ve kisa surede ölür. Hayretsizlik dedigim bu hal, ayni zamanda bir gaflet durumuna tekabul etmekte. Boyle dusunuldugunda, sendromun birden ortadan kalkmasi sonucunda hakikat ile aniden karsi karsiya gelen insanin, buna dayanamayip kisa zamanda ölecegini tahmin etmek pek zor degil.

Bu sendromun nasil azaltilabilecegi ise uzun mesele. Benim tespit ettigim bazi cozum yollari var. Bunlardan sadece uc tanesini buraya yazacagim.

İlk yol, gozlem esliginde dusunme. Bu gozlem, yeryuzu uzerinde ve denizler altinda gezinmeyi de iceriyor. Bu Sokrates'in ve Hindli bir bilginin onerdigi bir yontem.

Sozkonusu yontem Sokrates'in, 10 kitap okumus olanlarin alim, filozof oldugu devirlerde, bilgiyi bizzat tabiattan cikarmak icin kullandigi bir metoddur. Bu yontem, Sokrates'in Savunmasi kitabinda Platon'un anlattigi bir hikayede gecer. Burada detayli olarak anlatilamayacak kadar uzun ama su kadarini soyleyeyim: Basit bir gozlem ve dusunmeden ibaret degil, ince bazi hususlari var.

İkinci yol ise, herseyi silbastan sorgulamak. Bir diger deyisle, bildigimizi dusundugumuz tum seylerin, olaylarin, olgularin, canli-cansiz varliklarin varoluslarini sorgulamak. Tabii bu cok uzun vadeli bir surec. Baslamak cesaret, devam ettirmek ise sebat ister. Mesela bu sorgulamaya, kendi basina yerinden kipirdamadan yillarca yasayan, yavasca buyuyen, kisin ölmüs gibi gozuken ancak yazin canlaniveren ve adeta bir sanat harikasi olan agactan baslanabilir.

Ucuncu yol, kelimelerin etimolojik kokenlerine inmek. Bu isi, turkce gibi bozulmus ve kisirlastirilmis bir dagarciga sahip dillerde yapabilmek imkansiza yakin. Ancak ingilizce, arapca gibi dillerde bunu yapmak buyuk faydalar saglar, hayreti artirdigi olcude, anlamlandirmalar dunyasinda da suuru artirir. Mesela, sebep kelimesi, koken olarak arapcada, hurma agacina cikilan urgan manasina gelir. Bunu sonralari araplar, bir seye ulasmaya yarayan sey anlaminda kullanarak bugunku "neden" kelimesine ulasmislardir. Bu yontemin zorlugu ise, her daim binlerce kelimenin kokenine inmenin dayanilmaz agirligi.

Hasılı, mesele oldukca uzun ama cok muhim. Her daim ayakta bir suurla yasamak, gerceklige ulasmanin en buyuk sarti. Bunu gerceklestirmek ise buyuk bir gayret ister.

5 Haziran 2013 Çarşamba

Müzelerdeki ilkel insanlar!

     Ugrasmakta oldugum isler nedeniyle uzun zamandir yazmiyordum. Aklimda yazmam gereken epey dusunce birikti diyebilirim.
     Bu kisa yazida zihnimizin ve dusunce hayatimizin derinliklerine sinmis, dolayisiyla gundelik yasamimizda da ara ara kendini gosteren belirli bir noktaya deginmek istiyorum. Felsefe, bir tanima gore, donen tekerlegin carkina comak sokmak ise, ben de burada modernitenin baslarinda donmeye baslayan, sonralari hizi artan ve simdilerde biraz da olsa yavaslamaya baslayan bir tekerlegin carkina ufak bir comak sokacagim. Tekerlek, ilerleme dusuncesi (progressivizm).
     Hep daha "iyi" bir dunyaya ve hayat tarzina gitmekte oldugumuz inancini asilayan ilerleme dusuncesi hayatimizin her alaninda oylesine disavurumlara sahip ki, basimizi alip dogrudan kendimiz kendi gercekligimizi insa etmeden once, insa edilmis sosyal gercekligin icinde, kendisini bize neredeyse zorla kabul ettiriyor. Bu yazinin konusu, bunun gunluk hayattaki sadece bir tezahuru olan muzelerdeki antropolojik anlati...
     Bu anlatiya gore, binlerce yil once yasamis ve yasarken bir takim esyalar kullanmis, kendince uretim de yapmis olan insanlarin yasadigi caglardan birisinin ismi, her zaman olmasa da bazen, "karanlik cag". Tabii, insani esya kullanan ve uretim yapan bir varlik olarak tanimlayinca (yukarida tanimladigim gibi) esya ve uretim sekli ne kadar "ilkel" ise, cag da o kadar karanliklasiyor. Durum boyle olunca da 20. yy. in milyonlarca insanin olumune neden olan tarihi pir-u pak hale gelirken, bir de bakiyorsunuz ki, eski zamane insaninin yasadigi caglar karariveriyor. Hic unutmuyorum; ilkokuldayken sinifin duvarinda bir tarih haritasi vardi sol tarafa yani eskiye dogru gittikce kararir, saga gittikce de bugune dogru gelindigi icin aydinlanirdi. Biz de cocuk aklimizla, eski karanlik caglara karsi bir korku duyardik.
     Muze gezginleri genelde muzenin icindeki sozgelimi bir kolyenin, MÖ. 4000 yil oncesine ait de olsa, esini sevindirmek isteyen bir adam tarafindan esine hediye edilmis olabilecegi gibi bir dusunceyi aklindan gecirmez. Sozkonusu obje basit bir kolye parcasidir onlar icin. Cunku bu  "ilkel" insanlarinin sevgi, cosku, uzuntu, merhamet gibi insani duygularla mucehhez olmalari beklenmeyecek bir durumdur. Zira onlar ya "ilkel"dir, dolayisiyla tam insan degillerdir, yani kisacasi evrimini tamamlayamamistir. İste en dipteki fikre ulastik.
     Ortahalli bir turkiye genci bir muze gezerken muhtemelen objelere bu bakis acisiyla bakar ama bu acinin tabanindaki fikirler sisteminden haberdar degildir.
     Oysa nerde kaldi insanin yaratilistaki mukemmelligi. Nerde kaldi Adem-Havva, Nuh, İbrahim...