2012 nin yazinda Mardin, Midyat'li arap bir arkadasimin daveti uzerine evine ziyarete gitmistim. Amacim biraz da, daha once gormedigim Mardin ve Midyat'in tarihi guzelliklerini gormekti.
Köyün eski ismi Kartmin. Eski çağlarda o bölgede hüküm sürmüş küçük bir medeniyetin kralının adından geliyormuş. Yeni ismi ise Yayvantepe. Cumhuriyetin ilk yıllarında rical-i devlet böyle münasip görmüş, ancak bu ismi kullanan yok. Tamamen seyit arapların yaşadığı 3000 yıllık bir köy.
İlginc olan ise, koye gittigimizde, arkadasimin babasinin bana soyledikleriydi. Guler yuzlu yasli amca bana, 60 yillik ömründe, terör korkusu nedeniyle, benden once köylerine yalniz gelen hic kimsenin olmadigini soylemis ve beni tebrik etmisti.
17 Haziran 2013 Pazartesi
13 Haziran 2013 Perşembe
Hayretsizlik sendomu
Ancak bunun tam aksine, beyni bir sempazenin beyninden daha
az gelismistir. Cevreden aldigi verilerin hepsi hafizanin bir kosesine
kaydedilse de sadece cok az bir kismi bu gelismemis beyin tarafindan
anlamlandirilabilir.
Durum boyle oldugu halde dis dunyadan her turlu bilgi
alinir. Bir bebek yillarca "ne oldugunu" bilmedigi insanlara bakar.
Yillarca hafizasina agaclarin, hayvanlarin resimleri kaydedilir. Canli-cansiz
ayrimi yapabilecegi 3-5 yasina gelinceye degin, bir tutam otu veya bir kediyi topraktan
ayirdedemez bile; ayni cinsten olduklarini sanir. Ayni sekilde belli bir doneme
kadar kendisinin yasiyor oldugunun bile farkinda degildir. Hatta kendisinin
annesinden farkli bir "sey" oldugunu anlamasi icin bile, bebegin
zamana ihtiyaci vardir.
Simdi boyle bir canli, yani yillarca butun duyu
organlarindan veriler alan, almakla kalmayip bunlari depolayan ancak bu
bilgileri isleyebilecek zekaya ulasmak icin epey zamana ihtiyac duyan bebek,
beyni aldigi bilgileri isleyebilecek zeka duzeyine ulastiginda, tabiata ve
icindeki butun canlilara karsi, artik bir hayret bagisikligi kazanmistir. Bu
hal, butun bebeklerde vaki olan dogal bir gelisim cizgisidir. Bu hayret
bagisikligi, gelismemis ulkelerdeki ezberci egitim sistemleriyle iyice pekisir.
Zira boyle sistemlerde bireylere sorgulattirilmamis hazir bilgi kapsulleri
verilir. Ancak bu dogal gelisim cizgisine yapilan sozkonusu egitim
sistemlerinin mudahalesi bu sendromu sadece arttirir, yoktan var etmez.
Bu hayret bagisikligini kazanmis olan bebeklikten henuz
cikmis cocuk, artik ismini bildigi seylerin ne oldugunu bile sormaz. Henuz yeni
konusmaya baslamis bir bebekken sordugu, bu ne baba, gibi sorulari, isimlerini
ogrendikten sonra sormaz. Yani ismini ogrenince o seyin ne oldugunu ogrendim
zanneder, vorolusunu sorgulamaz; agacin mukemmelligine, dallarin, yapraklarin
ahengine ve sanatina hayret etmez. Cunku dogdugu gunden beri ayni goruntuleri
zaten hafizasina kaydetmekte; buyudugunde agac gordugu zaman, beyin, aman yine
mi agac, der ve agaci farketmeyebilir bile.
Meseleyi biraz daha vuzuha kavusturmak icin soyle bir sahne
dusunelim: 20 yasinda bir genc, ya da 30 yasinda bir adam, etrafta hicbir canli
bulunmadigi bir colun ortasinda birden zuhur etsin. Burada bu hal uzere bir
miktar yasadiktan sonra, bir sabah uyandiginda basucunda bir hamam bocegi, bir
fare, bir keci, bir fasulye bitkisi, bir de portakal agaci bulmus olsun. Bu
kisi uyaninca, butun bunlara karsi buyuk bir hayret duyacak ve bu hayret belki
yillarca devam edecektir. Cunku aslinda bunlar cok "acayip" seylerdir.
Acayip seylere karsi da hayret duyulur. Bu ornekteki adamin, yaninda sadece bir
hamambocegi bulmasi durumunda bile, nasil olup da bu mahlukun "var
olabilecegini" dusunmesi ve ona hayret etmesi muhtemelen aylarini
alacaktir. Bu hayret ise ona, zamanla hayatin pek cok sirlarini ogretecek ve
onu, varolusun en derin hakikatlerine bile vakif hale getirecektir.
Hayretsizlik sendromu dedigim bu halin, fizik, kimya,
biyoloji gibi doga bilimlerini bilme ile alakasi pek az. Burada sozkonusu olan
bilgi degil, duygu; sasirma/hayret duygusu.
Bu sendromu, 10-15 yaslarindaki bir cocugun ve daha
sonrasinda bir yetiskinin tamamen yok edebilmesi cok guc. Zaten tamamen yok
etse, korku ve hayretten muhtemelen yasayamaz hale gelir ve kisa surede ölür.
Hayretsizlik dedigim bu hal, ayni zamanda bir gaflet durumuna tekabul etmekte.
Boyle dusunuldugunda, sendromun birden ortadan kalkmasi sonucunda hakikat ile
aniden karsi karsiya gelen insanin, buna dayanamayip kisa zamanda ölecegini
tahmin etmek pek zor degil.
Bu sendromun nasil azaltilabilecegi ise uzun mesele. Benim
tespit ettigim bazi cozum yollari var. Bunlardan sadece uc tanesini buraya
yazacagim.
İlk yol, gozlem esliginde dusunme. Bu gozlem, yeryuzu
uzerinde ve denizler altinda gezinmeyi de iceriyor. Bu Sokrates'in ve Hindli
bir bilginin onerdigi bir yontem.
Sozkonusu yontem Sokrates'in, 10 kitap okumus olanlarin
alim, filozof oldugu devirlerde, bilgiyi bizzat tabiattan cikarmak icin
kullandigi bir metoddur. Bu yontem, Sokrates'in Savunmasi kitabinda Platon'un
anlattigi bir hikayede gecer. Burada detayli olarak anlatilamayacak kadar uzun
ama su kadarini soyleyeyim: Basit bir gozlem ve dusunmeden ibaret degil, ince
bazi hususlari var.
İkinci yol ise, herseyi silbastan sorgulamak. Bir diger
deyisle, bildigimizi dusundugumuz tum seylerin, olaylarin, olgularin,
canli-cansiz varliklarin varoluslarini sorgulamak. Tabii bu cok uzun vadeli bir
surec. Baslamak cesaret, devam ettirmek ise sebat ister. Mesela bu sorgulamaya,
kendi basina yerinden kipirdamadan yillarca yasayan, yavasca buyuyen, kisin
ölmüs gibi gozuken ancak yazin canlaniveren ve adeta bir sanat harikasi olan
agactan baslanabilir.
Ucuncu yol, kelimelerin etimolojik kokenlerine inmek. Bu
isi, turkce gibi bozulmus ve kisirlastirilmis bir dagarciga sahip dillerde
yapabilmek imkansiza yakin. Ancak ingilizce, arapca gibi dillerde bunu yapmak
buyuk faydalar saglar, hayreti artirdigi olcude, anlamlandirmalar dunyasinda da
suuru artirir. Mesela, sebep kelimesi, koken olarak arapcada, hurma agacina
cikilan urgan manasina gelir. Bunu sonralari araplar, bir seye ulasmaya yarayan
sey anlaminda kullanarak bugunku "neden" kelimesine ulasmislardir. Bu
yontemin zorlugu ise, her daim binlerce kelimenin kokenine inmenin dayanilmaz
agirligi.
Hasılı, mesele oldukca uzun ama cok muhim. Her daim ayakta
bir suurla yasamak, gerceklige ulasmanin en buyuk sarti. Bunu gerceklestirmek
ise buyuk bir gayret ister.
5 Haziran 2013 Çarşamba
Müzelerdeki ilkel insanlar!
Ugrasmakta oldugum isler nedeniyle uzun zamandir yazmiyordum. Aklimda yazmam gereken epey dusunce birikti diyebilirim.
Bu kisa yazida zihnimizin ve dusunce hayatimizin derinliklerine sinmis, dolayisiyla gundelik yasamimizda da ara ara kendini gosteren belirli bir noktaya deginmek istiyorum. Felsefe, bir tanima gore, donen tekerlegin carkina comak sokmak ise, ben de burada modernitenin baslarinda donmeye baslayan, sonralari hizi artan ve simdilerde biraz da olsa yavaslamaya baslayan bir tekerlegin carkina ufak bir comak sokacagim. Tekerlek, ilerleme dusuncesi (progressivizm).
Hep daha "iyi" bir dunyaya ve hayat tarzina gitmekte oldugumuz inancini asilayan ilerleme dusuncesi hayatimizin her alaninda oylesine disavurumlara sahip ki, basimizi alip dogrudan kendimiz kendi gercekligimizi insa etmeden once, insa edilmis sosyal gercekligin icinde, kendisini bize neredeyse zorla kabul ettiriyor. Bu yazinin konusu, bunun gunluk hayattaki sadece bir tezahuru olan muzelerdeki antropolojik anlati...
Bu anlatiya gore, binlerce yil once yasamis ve yasarken bir takim esyalar kullanmis, kendince uretim de yapmis olan insanlarin yasadigi caglardan birisinin ismi, her zaman olmasa da bazen, "karanlik cag". Tabii, insani esya kullanan ve uretim yapan bir varlik olarak tanimlayinca (yukarida tanimladigim gibi) esya ve uretim sekli ne kadar "ilkel" ise, cag da o kadar karanliklasiyor. Durum boyle olunca da 20. yy. in milyonlarca insanin olumune neden olan tarihi pir-u pak hale gelirken, bir de bakiyorsunuz ki, eski zamane insaninin yasadigi caglar karariveriyor. Hic unutmuyorum; ilkokuldayken sinifin duvarinda bir tarih haritasi vardi sol tarafa yani eskiye dogru gittikce kararir, saga gittikce de bugune dogru gelindigi icin aydinlanirdi. Biz de cocuk aklimizla, eski karanlik caglara karsi bir korku duyardik.
Muze gezginleri genelde muzenin icindeki sozgelimi bir kolyenin, MÖ. 4000 yil oncesine ait de olsa, esini sevindirmek isteyen bir adam tarafindan esine hediye edilmis olabilecegi gibi bir dusunceyi aklindan gecirmez. Sozkonusu obje basit bir kolye parcasidir onlar icin. Cunku bu "ilkel" insanlarinin sevgi, cosku, uzuntu, merhamet gibi insani duygularla mucehhez olmalari beklenmeyecek bir durumdur. Zira onlar ya "ilkel"dir, dolayisiyla tam insan degillerdir, yani kisacasi evrimini tamamlayamamistir. İste en dipteki fikre ulastik.
Ortahalli bir turkiye genci bir muze gezerken muhtemelen objelere bu bakis acisiyla bakar ama bu acinin tabanindaki fikirler sisteminden haberdar degildir.
Oysa nerde kaldi insanin yaratilistaki mukemmelligi. Nerde kaldi Adem-Havva, Nuh, İbrahim...
Bu kisa yazida zihnimizin ve dusunce hayatimizin derinliklerine sinmis, dolayisiyla gundelik yasamimizda da ara ara kendini gosteren belirli bir noktaya deginmek istiyorum. Felsefe, bir tanima gore, donen tekerlegin carkina comak sokmak ise, ben de burada modernitenin baslarinda donmeye baslayan, sonralari hizi artan ve simdilerde biraz da olsa yavaslamaya baslayan bir tekerlegin carkina ufak bir comak sokacagim. Tekerlek, ilerleme dusuncesi (progressivizm).
Hep daha "iyi" bir dunyaya ve hayat tarzina gitmekte oldugumuz inancini asilayan ilerleme dusuncesi hayatimizin her alaninda oylesine disavurumlara sahip ki, basimizi alip dogrudan kendimiz kendi gercekligimizi insa etmeden once, insa edilmis sosyal gercekligin icinde, kendisini bize neredeyse zorla kabul ettiriyor. Bu yazinin konusu, bunun gunluk hayattaki sadece bir tezahuru olan muzelerdeki antropolojik anlati...
Bu anlatiya gore, binlerce yil once yasamis ve yasarken bir takim esyalar kullanmis, kendince uretim de yapmis olan insanlarin yasadigi caglardan birisinin ismi, her zaman olmasa da bazen, "karanlik cag". Tabii, insani esya kullanan ve uretim yapan bir varlik olarak tanimlayinca (yukarida tanimladigim gibi) esya ve uretim sekli ne kadar "ilkel" ise, cag da o kadar karanliklasiyor. Durum boyle olunca da 20. yy. in milyonlarca insanin olumune neden olan tarihi pir-u pak hale gelirken, bir de bakiyorsunuz ki, eski zamane insaninin yasadigi caglar karariveriyor. Hic unutmuyorum; ilkokuldayken sinifin duvarinda bir tarih haritasi vardi sol tarafa yani eskiye dogru gittikce kararir, saga gittikce de bugune dogru gelindigi icin aydinlanirdi. Biz de cocuk aklimizla, eski karanlik caglara karsi bir korku duyardik.
Muze gezginleri genelde muzenin icindeki sozgelimi bir kolyenin, MÖ. 4000 yil oncesine ait de olsa, esini sevindirmek isteyen bir adam tarafindan esine hediye edilmis olabilecegi gibi bir dusunceyi aklindan gecirmez. Sozkonusu obje basit bir kolye parcasidir onlar icin. Cunku bu "ilkel" insanlarinin sevgi, cosku, uzuntu, merhamet gibi insani duygularla mucehhez olmalari beklenmeyecek bir durumdur. Zira onlar ya "ilkel"dir, dolayisiyla tam insan degillerdir, yani kisacasi evrimini tamamlayamamistir. İste en dipteki fikre ulastik.
Ortahalli bir turkiye genci bir muze gezerken muhtemelen objelere bu bakis acisiyla bakar ama bu acinin tabanindaki fikirler sisteminden haberdar degildir.
Oysa nerde kaldi insanin yaratilistaki mukemmelligi. Nerde kaldi Adem-Havva, Nuh, İbrahim...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)